Radyo ve Televizyonda Görüşme Teknikleri
www.radyocuyuz.com 5 Mayıs 2006 Cuma Makaleler
Monica ile Clinton’ın yaşadığı macerayı; Prense Diana’nın yaşamını; Hillary Cilonton hakkında yazılıp söylenenleri hatırlayın. Bunlara ve benzeri türdeki hikayelere merak duyanları, bomboş midesinin karşı konulmaz dürtüleriyle başını lokantanın vitrinine dayayıp içeriyi seyreden ve düş kuran insanlara benzetebiliriz. Boş midenin gurultusunu suturma isteği nasıl kaçınılmazsa, perdesi çekilmiş pencerelerin ardında olanları görmek, bilmek; kulaklara fısıldananların ne olduğunu duyabilmek; kafaların içindeki düşünceleri bilmek isteği de önüne geçilmezdir.
Başından geçen bir olayı anlatmak için iletişim araçlarında boy gösterenleri; haklarında dedikodu üretildiğini ileri sürüp, herşeyin doğrusunu anlatmak iddiası ile mikrofon ya da kamera karşısına geenleri; “bildiklerimi açıklarsam, deprem olur” iddiasıyla kendini gösterenleri, gerine gerine dolaşanları düşünün, hepsinin temeinde insanın doymak bilmeyen merakı vardır. İşte bu merakı iyi bilen ve istismar eden iletişim araçları da kendilerini gönül rızası ile kullandırmaktadır. Çünkü doymak bilmeyen meraklara seslenmenin bir getirisi vardır: Ratingler ve kazanç! İşte bu nedenle “paparazzi” olarak tanımlanan programlar yapılır. Televoleler bir iken ikiye, iki iken üçe çıkar. Bir kişiyi “sevgilisi” olarak “damgalayabilecekleri” bir başka kişiyle birlikte görüntüleyebilmek veya gerçekten sevgilisiyle yakalayabilmek için geceleri eğlence mekânlarının kapılarında, karanlık köşelerde foto muhairleri bekler, flaşlar patlar. Gizli kamera programları bunun için yapılır.
Merak yalnızca böyle şeylere yönelmez. Kanlı olaylara, çekilen ızdıraba da merak duyulur. Bu tür hasta beyinler oldğu içindir ki, “reality” diye adlandırılan programlar yapılır; hastahane dizileri çekilir. Acil servisler görüntülenir. Onun için, ağır yaralanmış insanların ağzına mikrofon uzatılır, kamera objektifleri yöneltilir ve hiç bir tanıma sığmayan, “neler hissediyorsunuz, olay nasıl oldu?” diye sorulur.
Şimdi ortak noktalara bakalım. İki kilit sözcük var: İlgi ve merak. Kim kimdir? Güzel midir, çirkin midir, iyi midir, hoş mudur, yamuk mudur, düzgün müdür? Parası nereden gelir? Taktığı takıştırdığı şeyleri nereden bulmuştur? İlgi ve merak bu konulara yönelirken, konuların merkezinde insan var. Kadın ya da erkek farketmiyor. İlgi ve merak hepsine yöneliyor. Ama ilgi ve merakın daha çok yöneldiği kadın. Çünkü doğanın temelindeki dürtü, cinsellik, kadını daha çekici yapıyor. Konuların ele alınmasında olumlu ya da olumsuz yaklaşım da farketmiyor. Çünkü “reklamın iyisi kötüsü olmaz” kuralı işliyor. İyi ya da kötünün düşünülmediği bir ortamda ilgi ve merak konusu olmak, olayların merkezinde olmak, tanınmayı, bilinmeyi getiriyor. Tabii o da parayı.
Burada unutulmaması gereken çok önemli bir konu, olayların ortasındaki bu kişierin “satışı” dır. Yani ambalajıdır, görüntüsüdür, “havasıdır.” Ambalaj yani “hava” iyiye satış müthiştir. Herkes haklı haksız, yerli yersiz, geçerli geçersiz görüş bildirmeye başlar. “Reklamın iyisi kötüsü olmaz” kuralı işlemektedir. Kişi medyanın ilgisini çeker, çünkü tüketilebilecek bir malzemedir. Dinleyici, izleyici getirecektir, dinleyici ve izleyiciler reklamı getirecek, reklam da parayı getirecektir.
İşte burada iletişim araçları, yaygın tanımıyla medya açısından en patlayıcı, parlayıcı karışım ortaya çıkar: İnsan ilgi ve merak - “satış”/”hava” - tanınmak - kazanç. Bu ögeler bir araya geldiğinde artık gerek iletişim araçları gerekse medyanın seslendiği tüketiciler açısından karşı konulamaz bir durum ortaya çıkmıştır. Bizler oturur, “haber bülteni” adı altında uzayıp giden aktüalite, hatta daha da doğru tanımıyla magazin yapımlarını izlemeye başlarız. Defalarca başa alınan görüntüler, ağlayanlar, dövünenler, sinirlenen, bağıran insanlar, kan, şiddet, dehşet vb. Düzenlenmiş, gerçek olmayabilecek mizansen olayar, görüntüler.
Bu, ad koyamayacağım yapımlar, bazen “satış” için, bazen “tehdit” için, bazen “şantaj” vb. şeyler için kullanılabiliyor. Ratingleri alt üst edecek, “deprem yaratacak” yapımlar ortaya çıkıyor. O, radyolar, gazeteler, televizyonlar, o programlar, o yaklaşımlarıyla dinleyici, izleyici, okuyucu buluyorlar. GÜnümüzün düzeni bu.
Yaklaşımların doğru olduğu örnekler için değil, amacın sansasyon olduğu örnekler için konuşuyorum. Yayınlarda gördüğümüz bütün o olumsuz yaklaşımlar önlenebilir mi? İletişim araçlarında çalışanların sorumlulukları yükümlülükleri var mıdır? Vardır. Yazılı, sözlü ve görüntülü basında sorumlulukların, yükümlülüklerin sınırı, kamunun çıkarıdır, kamu güvenliğidir. Biraz önce özetlediğim ilgi ve merakın yöneldiği kişisel, özel özgürlükler alanı, ancak kamu çıkarının olduğu, kamu güvenliği gerektirdiği taktirde açıklanmalıdır. Peki, kamunun çıkarı nerededir? Dedikodular ya da temel insan zayıflıklarının sergilenmesinde mi, yoksa gerçeklerin ortaya çıkarılmasında mı? Basın mensubunun görevi, kamunun genelini ilgilendirme sınırında başlar ve biter. Özel alanlar, kişilerin rızası olmadan ortaya çıkarılamaz. Kişisel özgürlükler alanına girilemez. Kişilerin izni olsa bile, açıklahanabilecek, açıklanamayacak konular olduğu unutulmamalıdır. Peki, diyeceksiniz ki, bu sınırdan öteye geçilemeyecekse, o insanı nasıl tanıyacağız? Kamusal alanda olan sizler, yani okuyucular, izleyiciler, dinleyiciler, o kişisel özgürlük alanına giremeyecek ve ancak bilmeniz gereken kadarıyla o kişiyi tanıyacaksınız. Kural bu. Özel hayatlar, kişisel özgürlük alanları kamunun güvenliğini, kamu sağlığını, kamunun varlığını sürdürmesini ilgilendiriyorsa, yine ancak gerektiği oranda özel, kişisel özgürlük alanlarına girilebilir ve bu konuda açıklamalar yapılabilir. Uyulması gereken başka kurallar da var: Program sırasında orada olmayan ve cevap veremeyecek durumda olan kişilerle ilgili bir şey söylememek. Kendisini savunamayacak durumdaki kişiye suçlamalar yöneltmemek. Yan tutmak. Kişilik haklarına saldırmak. Hakaret etmek. Kanıt olmadan suçlamada bulunmak. Görüşmeyi, amaçlı ve zorlayıcı biçimde yönlendirmek. Bunlar kabul edilebilecek şeyler değil. Yani yapılacak görüşmede uyulması, olması gereken etik-ahlakî kurallar.
Bir yanda bu etik zorunluluklar, öte yanda kazanç demek olan rating. Medya çalışanı ikisinin arasına sıkışmış.
Medya açısından, kışkırtıcı, baştan çıkarıcı ve koyduğumuz kuralı bozmaya bizi iten daha başka yapay nedenler de var: Medyanın sığındığı ratingler, yani izleyici ölçümleri. Bunlar aslında, reklamların değerlendirilmesi için bulunan ve uygulanan, ama ülkemizde programların izlenmesine yönelik olarak kullanılan ölçüm teknikleri. Bu ratinglerin anlattığı varsayılan, “en çok seyredilen biziz” veya “halk böyle istiyor biz de onun istediğini veriyoruz” biçimindeki açıklamalar çok yanıltıcı. Daha doğrusu kolaycılık. Ama bu da hayatımızın bir gerçeği ne yazık ki...
Mesleğinin kuralları ile reyting baskısı arasına sıkışmış bir yayıncı...
Şimdi geliyoruz işin teknik bölümüne. Söyleşi tekniğine. Söyleşiyi yapan kişinin, yani konukla konuşacak olan kişinin öncelikle aklında tutması gereken şey şudur: Görüşmenin sahibi kendisidir. Ele alınacak konunun sahibi konuktur. O konuk anlatacakları olduğu için çağırılmıştır. Öyleyse kendisinde buunan bilgiyi açıklamasına, anlatmasına olanak verilmelidir. Söyleşiyi yapan kişinin birinci görevi, bu bilginin üçüncü kişilere, dinleyicilere izleyicilere aktarılmasını sağlamaktır. Kısaca, söyleşiyi yapan konuğun kendisinden daha bilgili olduğunu bilecek, bu bilgiyi dinleyecilere-izleyicilere aktarmasını sağlamak amacıyla görüşmeyi başlatacak, sürdürecek ve bitirecektir. Bir söyleşi programının, amaçlandığı biçimde bilgi aktarıcı olabilmesi için belirli ön koşullar vardır. Bunlardan birincisi, o söyleşinin, günlük yayın akışında açıklanmış olduğu saatte başlamaması gerektiğidir. “Ne demek bu?” diyeceksiniz.. “Peki hangi saatte başlasın?” Çok öncesinden başlaması gerekir. Çünkü söyleşiyi yapacak olan kişi öncelikle araştırma yapmalıdır. Ele alınacak konunun, dağılmadan, anlaşılır bir bütün halinde dinleyicilere-izleyicilere aktarılabilmesi için, söyleşiyi yapan kişi çok derine inemese de en azından konunun ne olduğunu öğrenmelidir. Söyleşi yapanın çok işine yarayabilecek başka şeyler arasında en önemlisi, kamuoyunda, ele alınacak konu açısından sorulmakta olan ve cevap bekleyen sorulardır. Konunun değişik yönleri varsa, bir tartışma sürmekteyse, çeşitli görüşleri ortaya atan uzmanlara danışılmalıdır. Sonra sıra konuğa gelir. Konuk nasıl bir kişidir? Kekeme midir? Heyecanlı mıdır? Tutuk mudur? Kendini beğenmiş midir? Aklı dağınık, düşüncelerini toparlayamayan bir kişi midir? Sahip olduğu bilgiyi, yalnızca kendisinin anlayabileceği sözcüklerle mi anlatır? Listeyi uzatabilirsiniz, ama bunlar yapılması gerekenlerin en önemlileri.. Ancak bunlar yapıldıktan sonra, söyleyişi yapacak kişi, söyleşiye ilk adımı atmış sayılabilir. Sayılır demiyorum, çünkü bu söyleşi yapılıp bitinceye kadar daha yapılması gereken birçok şey var.
Söyleşiyi yapacak olan kişi ile konuk, söyleşiden önce karşı karşıya gelmelidirler. Amaç sansasyon yaratmak, kişiyi zor durumda bırakmak vb. gibi şeyler değil de, bilgi aktarmak ise, iki kişinin böyle karşılaşmaları ve sorulacak sorular üzerinde görüş birliğine varmaları esastır. Ama sanılmasın ki, söyleşide yalnızca, gözden geçirilen bu sorular sorulacaktır. Konu üzerinde önceden yapılmış olan araştırma, söyleşi sırasında değinilmeyen bir bölüm, geri planda kalan önemli bir nokta vb. yeni sorular sorulmasına olanak tanıyacaktır. Söyleşi böylece daha kapsamlı, daha renkli hale gelecektir. Yani söyleşiyi yapan, sorması kesinlikle gereken sorular dışında ek sorular da hazırlamalıdır.
Bu basamaklar geçildikten sonra, belki de ilk kez stüdyoya girecek olan konuğun, bu yabancı ortamdan ürkmemesini sağlamak için rahatlatılmasına sıra gelir. Bir yayıncı için hiçbir ürkütücü yanı olmayan bir stüdyo konuk için tam anlamıyla korku kaynağı olabilir. Yıllardır aynı işi yapan haber sunucuların da bile programın başlamasının hemen öncesinde kısa süreli de olsa kalp atış hızının dakikada 120’nin üstüne çıktığı, tansiyonun tehlikeli derecede yükseldiği, solunumunun aksadığı bildirilmiştir. Böylesine deneyimli kişiler bile böylesine etkileniyorlarsa, ilk kez stüdyoya geleni bir düşünün. Onun için söyleşiyi yapacak olan kişi, konuğu, yayının öncesinde stüdyoya sokmalı, orada biraz süre geçirmesini sağlamalı, çevredeki aygıtlar hakkında bilgi vermelidir. Çünkü amaç, söyleşiyi başarıya ulaştırmaktır. Söyleşiyi yapacak olan kişi, programın başlamasından hemen önce konuğuna, stüdyodaki aygıtları unutmasını yalnızca karşılıklı yapacakları konuşma üzerinde yoğunlaşmasını söylemelidir.
Her söyleşinin bir amacı olmalıdır. Amaç bilgilendirmekse, görüşme bir noktadan başlamalı ve belirli bir noktaya yönelmelidir. Bu amaca ulaşmak için biraz önce söylediklerimin hepsi gerekli olmakla birlikte yeterli değildir. Amacı olan bir söyleşide üç temel zorunluluk var:
1. Giriş doğru yapılmalıdır. Çünkü giriş bir sergilemedir, görüşmenin çerçevesini çizecek başlangıçtır.
2. Doğru sorular sorulmalıdır. Doğru sorular sorulmadıkça görüşme amaçsız kalacaktır. Ya da bir amaç olsa bile, ona ulaşılamayacaktır. Bu ilki, iki gereklilik için araştırma çok önemlidir.
3. Sorular doğru sorulmalıdır. Sorular doğru sorulmazsa, yani anlaşılır, düzgün, doğru Türkçe kullanılmazsa yapılanların tümü boşa gidecektir.
Artık söyleşi başlasın. Soruları soran dinlemesini bilmek zorundadır. Dinlemediği taktirde, görüşmenin yönünün sapmasına yol açabileceği gibi, sorduğu ve cevabını aldığı soruyu tekrarlaması tehlikesi bulunacaktır. Hiçbir yayıncı bu duruma düşmemelidir. Soru soran, görüşmenin yıldızı değildir. Konuk, görüşmenin yıldızıdır. Soruları soran, yalnızca konukla dinleyici-izleyici arasında bir aracıdır. Orada oturup soruları soran yalnızca görevini iyi yapmak zorundadır. Öne çıkmayı, yıldız olmayı, ünlü olmayı düşünmemelidir. Görevini iyi yaptığında beklediklerinin tümünü zaten elde edecektir.
Görüşmeyi yapan, yani soruları soran hiçbir zaman bilgiçlik taslamamalıdır. Usta bir konuşmacı bilgisizlik görüntüsünden yola çıkarak, karşısındaki konuktan en kapsamlı bilgiyi elde edebilir. Bir “rakip” ile karşı karşıya olmadığını gören konuk rahatlayacak ve açılacaktır.
Çok iyi ön hazırlıklardan geçmiş olan bir söyleşi bile sonuna kadar akıcı gitmeyebilir. Konuğun dikkati dağılabilir, söyleyeceğini unutabilir, sıkılabilir, üzülebilir, tutulabilir vb. Bu gibi hallerde kullanılmak üzere, soru soran kişi yan konular hazırlamış olmalıdır. Bu konular ele alınan konu ile ilgili olmayabilir: Gazetedeki bir fıkra; o gün radyolarda televizyonlarda duyulan, görülen ilginç bir olay; konuğun içinde bulunduğu engelleyici havayı değiştirecek bir konu vb. çok kısa bir süre içinde de olsa, konuğun takılmasına yol açan etkiyi ortadan kadırabilir ve görüşmenin sürmesini sağlayabilir.
Soruları soran, yani söyleşiyi yapan, değişik roller üstlenebilmelidir. Görüşmenin gidişine göre, ısrarlı bir araştırıcı, güvenilir bir sırdaş, dost, ruh bilimci, kurnaz bir görüşmeci, başarılı bir pazarlıkçı, bazen de etkili bir pazarlamacı olabilmelidir. Yalnızca boyu uzun; yüzü ve vücudu güzel olan; amaçsız boş konuşmayı, yani zevzekliği iyi beceren bir kişi, çizmek istediğim çerçevede konuşmacı, görüşmeci, sunucu olamaz. Mankenlik, sunuculuğun hiçbir zaman ön koşulu olamaz. Olsa olsa rating’in ön koşulu olabilir. Konuşmayı, görüşmeyi, sunuşu yapanın bacaklarının uzunluğu, göğüslerinin güzelliği vb. şeyler hiç önemi olmayan şeylerdir. Çünkü sunucu, konuşmacı, görüşmecinin göstermesi gereken bunlar değil, sözleri kullanma ustalığıdır.
Soruları soran, girişim üstünlüğünü karşısındakine kaptırmamalıdır. Soru sormak, yalnızca soru soranın, yani görüşmeyi yapanın hakkıdır. Görüşmeyi yapan, hep soruları soran olmalıdır. Konuk da hep cevap veren olarak kalmalıdır. Konuk rolünü ezberlemiş, birbirini izleyen bilgileri susmadan, ardı ardına sıralamaya başlamışsa, görüşmenin kontrolu elden gidiyor demektir. Soruları soran mühadahele etmeli, bu ezberci gidişi kesmek için araya girmeli, ama aynı zamanda karşısındakini durdurmaktan da kaçınmalıdır. Akış, her zaman, görüşmeyi yapanın denetiminde olmalıdır.
Amacın, bilgi aktarımı olduğunu söylemiştim. Soru soran ve cevap veren yalnızca kendilerinin anladığı sözcüklerle konuşmaya başladığında, bilgi aktarımı bitmiş demektir. Onun için, görüşmede anlaşılmazlıkla sonuçlanacak özel bir terminoloji kullanılmasından kaçınılmalıdır. Önemli olan, herkesin anlayacağı dilde konuşmaktır. Görüşmeyi bu yönde tutmak da, soruları soran ve görüşmeyi yöneten kişinin sorumluluğudur.
Görüşmede çok önemli bir başka nokta seslenme biçimidir. “Sayın seyirciler” ya da “Sayın dinleyiciler” en çok kullanılanları. Oysa düşünün, “sayın” diye seslendiğiniz kişilerin içinde haydut var, hırsız var, dolandırıcı var, ahlaksız var. Bunların hiçbiri bu sözcüğü hakeden kişiler değil. Sonra bir yayıncının izleyici, dinleyici için saygı duyduğunu sözlerle belirtmesine gerek yok. İşini iyi yapması, profesyonel olması yeterlidir. Sonra, sevgili, çok sevgili, çok sayın, ağabey, abla gibi sözcükler de hiç kullanılmamalı. Yayıncının kullandığı dil dolaysız seslenme dili olmalıdır. Günlük yaşantınızda biraz önce söylediğim türden sözcükleri kullanıyor musunuz? Ayrıca, izleyici-dinleyici açısından, görüşmeyi yapan ilk konuk arasındaki akrabalık, duygular, kişisel ilişkiler hiç bir anlam taşımamaktadır. Biraz önce saygı göstermek için “sayın” demenin gerekmediğini söyledim. Çözüm çok kolay: Diyelim ki karşınızda Cumhurbaşkanı var, soruyu ona soracaksınız. Ya “Sayın Cumhurbaşkanı” dersiniz, çünkü bu o kişinin resmi ünvanıdır, ama adını eklemezsiniz ya da “Sayın Süleyman Demirel” veya “Sayın Demirel” diyebilirsiniz. Böyle resmi ünvan sahibi olmayan ama ünlü bir kişi ile karşı karşıya iseniz, yapmanız gereken ad ve soyadını birlikte söylemek, sonraki seslenişlerde ise yalnızca “siz” demektir. Ünlü kişilerle karşılaştığınızda böyle bir yol izlemek hem uygun hem de şık olur. Ünlü olmayan kişilerle yapılan görüşmede ise günlük hayatta kullanılan dolaysız seslenme biçimi kullanılmalıdır.
Şimdi görüşmenin sonuna gelelim. Söyleşinin sonu nasıl olmalıdır? Her söyleşinin bir amacı olmalıdır, ama her söyleşi sonuçlanmak zorunda değildir. Söyleşinin sonunda söylenenleri toparlamak, özetlemek, artık dinleyiciye-izleyiciye hakaret gibi bir şey olmaktadır. Herkes söylenenden kendi payına düşeni alır ve anlar. Onun ötesinde bir şeyler anlatmaya çalışmak anlamsız bir çabadır. Söyleşide zorlama yoktur. Söyleşinin bitmesi gerekmiyor. Sürenin sonunda görüşme bitmiyorsa, görüşmeyi yapan mikrofona ya da kameraya uygun bir biçimde veda eder ve kapatır. Örneğin: “Görüyorsunuz konu çok yönlü ve bu sürede burada bir sonuç alınması mümkün değil. Tartışma sürecek, biz gerektiğinde yine burada konuyu ele alacağız” biçiminde bir şey söylenir ve program kapatır. Bazen sorulan soruya alınan “yorum yok” cevabı gerçek bir cevaptan daha anlamlı olabilir. O açıdan, bitirmeye çalışmaktansa, “tartışma sürüyor, biz şimdilik veda ediyoruz” biçiminde bir kapanış çok güçlü bir “son nokta” olabilir.
RADYO NASIL BİR İLETİŞİM ARACIDIR?
Ülkemizde yayın ortamından tekelin kalkmasından sonra özel televizyonlarımızda kavgalı, kanlı görüntülerin nasıl bir anda ekranları doldurduğunu hatırlayınız. Niçin? Çünkü bu görüntüler sergiledikleri yoğun duygusal ortamlar nedeniyle izleyiciler için çekiciydi, televizyonların rating ihtiyacı vardı. Onlar bu görüntüleri verdiler, kandan, şiddetten, dehşetten hoşlananlar izlediler. Benim gibi düşünenler ise, kansız, şiddetsiz, dehşetsiz kanallara geçmeyi tercih ettiler. Oysa ben ve benim gibi düşünenler, bu olayları radyodan dinliyor olsaydık böylesine etkilenmeyecektik. Televizyonun müstehcen bir iletişim aracı olması, yani gizlisinin saklısının bulunmaması, herşeyin dolduğu gibi görünmesi bir grup izleyiciyi o görüntülerden kaçmaya itmişti. Radyo ise böyle müstehcen bir araç değildir. Çünkü görüntü yoktur. Çünkü duyduğumuz sözler, algılanabilmek için beynimizdeki süreçlerden geçerken bir tür filtre edilir ve yapımıza, yönelişlerimize, ihtiyaçlarımıza, beklentilerimize uygun biçimde zihinsel görüntüler haline dönüşür. O son derecede kanlı ve acı veren sahneyi kendi filtremizden geçirdikten sonra, kendimize göre dayanılabilir bir hale getiririz.
Radyo dinleyicisi beynindeki düşünsel görüntülerle başbaşa kalan kişidir. Bu konuşmam sırasında kullandığım “radyocu” tanımlaması da radyoya sahip olan, radyoya para yatırmış olan kişiyi değil; radyoda, sesi, efekti, müziği, sözü ve bunları dinleyicilere iletmek için o işletmede var olan araç gereci kullanan kişiyi/kişileri anlatmaktadır.
Ben çok teknik ve odaklanmış konuşmak istiyorum. Radyocu elindeki söz-müzik-efekt unsurları ile ne kadar etkili “düşünsel görüntüler” çizebilirse o kadar etkili, o kadar başarılı olur. Kısaca söylemek gerekirse; radyo yapımcılığı, düşünsel görüntüler çizme sanatıdır.
Bu görüntüler ne ile ve nasıl çizilir? Ses-söz, müzik, efekt ile çizilir. Bunları bir programın yapı taşları olarak tanımlayalım. İnsanların beyinlerinde yaratılan görüntüler, bazen anlatılan ile hiç ilgisi olmayan ama çağrışım yaparak başka şeyleri hatıratan görüntülerdir. Anlatılan bir doğum hikayesi ise, çocuğunuzun doğumunu hatırlatabiir. Bir ölüm ise, yakın çevrenizde tanık olduğunuz ve sizi çok etkilemiş bir ölümü aklınıza getirebilir. Bunların hiçbiri olmayabilir de. Beyninizde yaratılan görüntüler, olayla hiç ilgisi olmayan, kullanılan yapı taşlarının kullanılış biçimine göre oluşan görüntüler de olabilir. Bunlar artık o olayın gerçek görüntüleri değil, olayın sizdeki etkilerinin yarattığı kişisel izlenimin görüntüleridir, bilimsel bir tanımla bir illüzyondur-yanılsamadır. İşte bu görüntüler, bu yanılsama sizi ne kadar çok mutlu edebilirse, etkileyebilirse, irkitebilirse, ürkütebilirse, vb. o kadar başarılı olacaktır. Bir kez daha yineliyorum: Buradaki sevinç, üzüntü, ürküntü, korku vb. gerçekle ilgisi olmayan, sizin düşün-bellek sisteminizde yaratılmış olan duygulardır. Öznel-kişisel duygulardır. Öznel algılamanın sonucudur. Aynı haberin, aynı yayının her kişide aynı-tek tip etki yaratması mümkün değildir.
Radyonun etkisi işte buradadır. Sizden gelen etkilere, yani biraz önce sözünü ettiğim filtreye olanak verdiği için, hayal kurmanıza da zemin hazırlar. İnsan, hayal kurmasına olanak veren bir şeyi mi sever, yoksa gözünü ayırmasına bile zaman bırakmayan televizyon gibi bir iletişim aracını mı? İnsanın hayal kurabilmesi için kendisiyle başbaşa kalması gerekir. Eğer size hayal kurduracak olan bir iletişim aracı ise, onunla da başbaşa kalmalısınız. Radyo buna da olanak verir. Hem de dilediğiniz her yerde. İşte, otomobilde, yatakta, yemekte, banyoda, tuvalette. Listeyi siz uzatabilirsiniz. Radyo hala olabilecek en değerli arkadaştır. En önemli iletişim aracıdır.
Bütün bu anlattıklarımın bir özeti şu: Radyo kişiseldir. Öznel bir iletişim aracıdır. Televizyon toplu olarak izlenir, sinema filmi de öyle... Ama radyoyu toplu olarak izlemek mümkün değildir. Radyonun kişiselliği ve bilgi iletimindeki hızı onun öneminin sürmesini sağlıyor. Radyoyu, “düşünsel görüntüler”i en iyi ve etkili biçimde yaratmak ve bilgiyi en hızlı iletmek için kullanan radyocu en başarılı olur.
İnsanlar gözlerini kapattıklarında görmek istemediklerini engelleyebilirler. Radyo dinleyicisi ise kulaklarını kapatamaz. Kulaklarını elleriyle kapattığında çevresiyle de ilişkisini kesmiş olacaktır. Hoşlanmadığı bir şey olduğunda radyoyu kapatmalıdır. Çünkü radyo çevre ile çok rahat uyum sağlayabilen bir iletişim aracıdır. Kendini dinletmek için odaklanmış bir dikkat istemez. Kıskanç değildir, Radyo dinleyiciyi esir etmez özgür bırakır.
Radyo günümüzde hala en hızlı iletişim aracıdır. Haberler, gelişmelerin izlenmesi, kamu duyuruları, ivedi durum anonsları, trafik, hava durumu vb., radyonun hız üstünlüğünün tartışılmazlığını gösteren uygulamalardır. Bu uygulamaların olmadığı bir radyo, çok önemli bir üstünlüğünü yitirmiş, amacının yarısına ulaşamamış demektir. Üstelik radyonun taşınabilirliğinin getirdiği, mekanda hareketlilik böylesine büyük bir avantaj sağlamışken...
RADYO-DİNLEYİCİ İLİŞKİSİ
Radyonun hangi amaçla kullanılacağı çok önemlidir. Bunu belirleyen de seçilmiş olan hedef kitledir. Yani radyo kimler için yayın yapacaktır? Hedef kitle seçildiğinde, bu kitlenin yapısı araştırılmalıdır. Radyonun kişisel-öznel bir iletişim aracı olduğunu söylemiştim, O nedenle radyonun yayınının saptanan hedef kitledeki bireylere tam olarak ulaşması, en yüksek etkiyi yapmak açısından önemlidir. Kullandığınız dil anlaşılmazsa, seçtiğiniz müzik o hedef kitle içindeki insanların çoğunluğuna seslenemiyorsa, programlarınızı yerleştirdiğiniz zaman dilimleri içinde hedef kitleniz radyo başında değilse, televizyondaki programları tercih etmişse, onlara ulaşamazsınız.
Böylece hedef kitleyi tam olarak belirledikten sonra, bu kitleye göre bir yayın planlaması yapmak esastır. Yayın planlaması radyoyu başarıya götürecek olan dinamodur. Bu, radyo açısından bakıldığında görünenler. Bir de dinleyici açısından bakalım. Çünkü, bir radyonun hedef kitlesine göre yayın yapması tek başına yeterli değildir. Hesaba katılması gereken bir başka önemli nokta, Dinleyicinin radyo ile ne yaptığıdır. Dinleyici radyoyu bütün dikkatini vererek mi dinlemektedir? Yoksa radyoyu çevrede bir fon olarak, yani geri planda mı dinlemektedir? Hedef kitle, zamanının önemli bir bölümünü otomobilde geçiren hareketli bir grup ise, otomobilde geçirilen süre ne kadardır? Otomobil kullanırken tercih ettiği yayın, söz yayını mıdır, müzik yayını mıdır? Hedef kitle içindeki dinleyicilerin televizyonu tercih ettikleri zaman dilimleri hangisidir? Yaş gruplarının radyo tercihi ne yöndedir? Eğitim durumuna göre ağırlıkla seçilen radyo hangisidir? Bütün bunlar radyonun dinleyici ile en uyumlu ilişkiyi kurması açısından belirleyici olan faktörlerdir.
RADYO YAPIMLARI
Başlarken söyledim, programın yapı taşları vardır. Söz, müzik, efekt.. Aslında bunların tümü sestir. Ama dinleyicinin duyduğu “ses karışımının”, yani programının içinde bu yapı taşlarının hangi oranda bulunduğu çok önemlidir. Yalnızca müzik parçalarının arka arkaya dizildiği bir yapım, benim burada anlatmak istediğim yapım değildir. Doğru anlamda, bir yapım değildir. Yalnızca sözden oluşmuş bir yapım da doğru anlamda bir radyo yapımı değildir. Çünkü her iki örnek de, kullanılması gereken yapı taşları açısından eksiktir. Efektsiz bir yapım düşünsel görüntüleri somutlaştırma açısından eksik yapım olacaktır. Yalnızca müzikten oluşan bir yayında bilgi içeriği yoktur. Yalnızca söz yayınının, müzik ve efekten oluşması gereken estetik des-teği yoktur. Bu eksiklikler, tekdüzeliğe, dinleyicilerde ilgi dağılımına, bıkkınlığa ve başka istasyonlara geçme isteğine yol açabilir. Çözüm, anlamlı biçimde birleştirilmiş ve birbirini destekleyerek etki yapan insan sesi, müzik ve efekt karışımını yakalayabilmektir.
RADYO YAYINI NASIL OLMALIDIR?
Radyo yayınlarının ilk günlere göre biraz değişmesine, söz yayınlarının öneminin anlaşılmasına karşın, ülkemizde radyo yayınları çok büyük oranda müzik ağırlıklıdır. Bu müzik ağırlığı da belirli bir amaca yönelik olarak oluşturulmamaktadır. Her türden müzik parçası birbirini izlemekte, karmakarışık biçimde dinleyiciye sunulmaktadır; aralarında da, “konuştuğunu,” birşeyler söylediğini sanan erkek ya da kadın birçok kişi gevezelik etmektedir. Oysa radyo müzik kutusu değildir. İnsanlarımızın içinde bulunduğu düşünsel tembellik, televizyonlarda adı eğlence olan, içi bomboş, en küçük bir düşünce içeriği taşımayan, aptalca yapımlara yol açmaktadır. Çünkü, bunlar düşük maliyetlerle yapılabilmekte ve düşünmeyi aklının ucundan geçirmemiş televizyon izleyicilerinin mekanlarına yerleştirilmiş ölçüm aygıtlarıyla, ratinglere yansımakta ve sanki Türk halkı bunları izlemek istiyormuş gibi bir görüntü ortaya çıkmaktadır. Oysa son günlerde Show TV’de yayınlanmaya başlayan bilgi yarışmasının niçin bir anda bu kadar çok reklam alabildiğini hiç düşündünüz mü? Herkesin kendisini sınamasına olanak veren bilgi içeriği, yarışmanın heyacanı, “ben olsam bilirdim” kanısı ve doğal olarak para ödülünün yüksekliği... Televizyon yöneticisi arkadaşlarımıza örnek olmasını dilerim. Dönelim radyoya, televizyon izleyicisindeki bu düşünsel tembelliğin, kafa yormaktan kaçınmanın radyo alanındaki somutlaşması, müzik radyolarında hiçbir seçime bağlı olmadan arka arkaya getirilmiş sonsuz müzik parçalarından oluşan yayınlardır. Yayın zamanının tümünü müziğe ayıran radyo, günümüz insanının gereksinmelerine tam olarak cevap vermiş sayılmamalıdır. Bir “şeyi” anlatmada en etkili yöntem olan söz, yayında yer almıyorsa ya da hiç denecek kadar düşük bir düzeyde ise, o radyo özelliği olan bir istasyon değil, sıradan, olağan, ortalama bir radyo olmayı seçmiş demektir. Yalnız müzikle dinleyicisine ulaşmak isteyen bir radyonun seçtikleri ve yayınladıkları, popüler olmak zorundadır. Oysa aynı popüler müziği sonu gelmez biçimde yayınlayan çok sayıda radyo vardır. Bu kadar çok istasyondan yayınlanan bu müzik ürünlerinin oluşturduğu yapımı ve yayını farklı hale getirmek son derecede önemlidir. Yani bir yapımcının ötekilerden farklı ustalığı, hüneri gereklidir. Bir plağı, kaseti, CD’yi, içindeki parçalardan yalnız birini veya birkaçını beğendiği için satın alan seçici bir müzik meraklısını düşünelim. Bu kişi, her istasyonda duyduğundan farklı müzik yayını yapamayan bir radyoyu seçecek midir, dinlemeyi sürdürecek midir?
Radyonun, ulusal, bölgesel olmaktan çok, yerel olduğu zaman etkisi daha yüksek olmaktadır. Çünkü insanları öncelikle ilgilendiren, ceplerindeki para, yakın çevrelerindeki insanlar, günlük işler, yaşadıkları çevredir. O nedenle radyo, yakın çevreden aldığı girdilerle, yakın çevresine yayın yapmalıdır. Yakın çevreden, bölge, ülke ve dünya olaylarına bakan bir yaklaşım başarı getirecektir. İstanbul boğazından geçen tankerlerin oluşturduğu tehlike, Boğaz’la ilgisi bulunmayan bir bölgede yaşayanlar için evinin önünden akan lağım kadar önem taşımamaktadır. Çünkü, istanbul Boğazı kendi yakın çevrelerinde değildir. Pamukkale’deki travertenlerin kararması, ülkenin başka bir yerinde yaşayan, bunları henüz görmemiş, oradaki değişimi yaşamamış bir kişi için evinin önündeki sokağın çamurundan daha önemli değildir.
Radyo yayınlarına kişiler katılmalıdır. Dinleyicinin kendi çevresinden tanıdığı, bildiği kişiler yayında ne kadar çok yer alırsa, dinleyici yayınları o kadar benimseyecektir. Kısaca, radyo bir yakın çevre iletişim aracıdır. Dinleyici her istediği zaman onun yanında olmalı, ukalalık etmemeli, dinleyicinin zaten bilmekte olduğunu tekrarlamamalı, çözümler, çıkış yolları sunmalıdır.
Radyo içinde bulunduğu çevrenin, mahallenin, semtin, bölgenin örgüsünde yer almalıdır, orada “yaşayan” bir iletişim aracı olmalıdır. İçinde bulunduğu, dinleyicilerin oluşturduğu çevre ile birlikte yaşamalıdır. Onlarla birlikte uyanmalı, günün telaşını yaşamalı ve uykuya dalmalıdır. Sabah, gün ortası, öğleden sonra, akşam, gece hep farklı yayın yaklaşımları gerektiren farklı zaman dilimleridir. Sabah insan algılaması düşüktür, metabolizma yavaş yavaş hareketlenmektedir. Yüksek tempolu bir müzik, bilgi içeriği yüksek, keskin bir algılama gerektiren bir yayın bu zaman dilimi için uygun değildir. Düşük tempo, yumuşak bir sunuş, giderek oranı artan bir söz içeriği gerekir. Gece için de böyledir. Ama gece yayınlarında söz oranının yüksek olduğu, sorunları çözmeyi amaçlayan, dinleyicilerin telefonla katılımına olanak veren, sohbetlerin yapıldığı, günün getirdiği olumsuzlukların geride bırakılmasına zemin hazırlayan, müzikle destekli bir yayın daha uygundur. Yarışma saatleri sabahın geç saatleridir. Sabah, nostalji daha etkilidir. Bellek doruktadır. Düşünsel ustalık ve hüner öğleden sonra düşer. Öğleden sonra uyku, dinlenme için yumuşak anonslar ve sunuş, yumuşak bir yayın uygundur. Akşam duygusal algılama doruktadır. Akşam saatleri insanların duygusal anlamda en açık oldukları saatlerdir.
Radyo öteki iletişim araçlarının, özellikle kaydedilmiş müzik ortamlarının (müzik kaseti, video klip ve CD) rekabeti ile karşıkarşıya olduğunu bilerek yayın yapmalıdır. Bir program, sürprizi, yeniliği, tazeliği, bilinmezliği, değişkenliği biraz uzunca süre unuttuğunda dinleyicisini rakiplerine kaptırdığını görecektir.
Yayın uygulamaları konusunda yapılan araştırmalar, yaygın inanışın tersine, odaklanmış, çok belirgin, dar bir hedef kitleye yayın yapan ve yayın planlamasını buna göre oluşturan bir radyonun daha başarılı olduğunu götermektedir (Aynı durum televizyon alanında da geçerli olduğu için, yalnız haber, spor, belgesel, müzik, çizgi film vb. gibi yayın yapmaya başlayan ‘tematik” televizyonlarda da görülmektedir).
RADYO MÜZİK
Yalnızca boş zamanları doldurmak için; sunucuların parçalar arasında gevezelik yapmalarına zemin hazırlamak için; dinleyicilerin hepsinin liste parçalarını beğendikleri sanıldığı için, müziğin peşpeşe dizilmiş parçalar halinde verilmesi çok yanlıştır. Müzik, insanın içinde bulunduğu havaya ne kadar uygun olursa o kadar olumlu etki yapacaktır. Ama, yalnızca havaya uygun olmak yeterli değildir. Araştırmalara göre içinde bulunduğu havaya uygun müzik dinlemenin mutluluğunu yaşayan bir insanın aynı zamanda havasını değiştirecek bir parçanın çalınacağı umudunu ve heyecanını da yaşamaktadır. Süpriz, her zaman oluduğu gibi, son derecede yararlıdır. O nedenle müzik hem var olan duygusal duruma uymak ve o duygusal durumu değiştirmek için kullanılmalıdır.
RADYONUN YARATTIĞI İZLENİM
Radyo aynı zamanda moral veren bir iletişim aracıdır. Bazen, omuzuna başınızı dayacağınız bir anne gibidir. Bazen, öğüdü dinlenecek bir babadır. Bazen birşeyler paylaşacağınız bir sevgili olur. Dinleyicide oluşturduğu özgün düşünsel görüntülerle bazen bir sırdaştır. Yalnızlığa çare olan bir dosttur. Bilgi kaynağıdır, sessizliğin etkisini azaltan bir ses, bomboş bir zamanı doldurma aracı, hepsinin ötesinde, bir arkadaştır. Radyo yayın planlamacıları, yukarıda açıklanmış olan zaman dilimleri, yaşantı ritmi, kişisel konumlar, duygusal durum, rakip iletişim ortamlarının (televizyon, ses kaseti, video klip, CD) durumu vb., değişkenleri gözönünde tutarak yukarıdaki kişiliklerden hangisini ne zaman kullanacaklarına karar vermeli ve yapımları ona göre yerleştirmelidirler.
RADYODA SES
Bir radyo programında müzik, efekt ve sesin biraraya getirilmiş olması yeterli değildir. Bu yapımı sunan insan sesi, bu sesi alıp yansıtacak olan mikrofon, mikrofon ve sunucunun birlikte içinde bulundukları “ses uzayı” yani stüdyo boşluğu da iyi kullanılmalıdr. Sunucunun kullandığı en etkili ses çığırtkan ve uzak bir ses değil, yakın, sıcak, sevecen, espirili, zeki bir ses olmalıdır. Çığırtkan ses, duyuru, açıklama sesidir. Düşünsel görüntüler yaratmayı amaçlayan bir yapımda hiç uygun değildir. Çığırtkan ses mikrofondan uzakta kullanılır, bizim amaçladığımız ses ise mikrofona yakın kullanılan sestir. Tıpkı kulağa yakın yapılan bir konuşma gibi. Bu bir mikrofon tekniğidir, program içinde, metnin gerektirdiği, yaratılmak istenen etkinin zorunlu kıldığı gibi kullanılmalıdır. Yani, bir sunucu programın başında kullandığı sesi, sonuna kadar sürdürmemelidir. Bu aynı zamanda bir “ses uzayı” yaratmak için de yararlıdır.
RADYODA YAYIN PLANLAMASI
Radyonun en büyük rakibi televizyondur. Televizyon tüm gün izlenebilecek bir iletişim aracı olarak görülebilir. Ama aslında, televizyon yayınlarına ilginin düştüğü zaman dilimleri, bunlara ek olarak televizyon izlemeyi seçmeyenlerin çoğunlukta olduğu zaman dilimi, televizyon izleyemeyecek durumda onlanların çoğunluğu elde ettiği zaman dilimleri bulunmaktadır. Radyodaki yayın plancıları bu zaman dilimlerini çok yakından izlemeli, programlarını ona göre yerleştirmelidir. Çünkü radyonun en kolay dinleyici bulacağı, en etkin biçimde dolduracağı zaman dilimleri bunlardır. Gözden kaçırılmaması gereken bir başka zaman dilimi, sürücülerin otomobillerinde geçirdikleri süredir. Bu sürelerden sabah işe gidiş, akşam işten dönüş süreleri, sürücülerin çok yoğun biçimde yollarda olduğu, trafik sıkışıklıklarının yaşandığı sürelerdir. Bu zaman dilimleri içinde de sürücülerin tek eğlencesi radyodur. Bu sürücülerin direksiyon başında, trafikte hangi tür yayını tercih ettikleri bilinmelidir.
Bir radyo istasyonunun ne türde programlar yayınlayacağının bilinmesi önemlidir. Çünkü böylece radyo tutarlı olacak, dinleyicileri açısından güvenilirlik elde edecektir. Ama, buradaki çok büyük bir tehlike akılda tutulmalıdır. Hep aynı türde bir yayın planlaması, aynı tarzda tanıtımlar, hiç değişmeyen günlük yayın akışı, sürprizlerin bulunmamaması, hangi zaman diliminin neresinde neyin yayınlanacağının tahmin edilir olması bıkkınlık yaratacaktır. Öyleyse yayın planlamacılarının önünde bir ikilem bulunmaktadır. Güvenilirliği son derecede yüksek bir yayın akışı mı, yoksa sürprizler içerecek biçimde-ama, yaklaşımı yitirmeden-küçük değişiklikler içeren bir yayın akışı mı daha iyidir? Yani asıl başarıyı getiren hesaplanmış sürprizler midir? Bazen, hatta belki çoğunlukla, başarı tutarsızlığı gerektirebilir. İşte böyle bir tutarsızlık; dinleyicilerin tercihlerine göre oluşturulmuş yayın akışını, dinleyicileri kaçırmadan, kısa süreler için değiştirmek belki daha büyük başarı getirebilir.
Unutmayınız, yarınki yayınınızı belirleyen bugünkü yayınınızdır. Yani, bugünkü yayın akışını, noktası ve virgülüne kadar yarın da yinelerseniz, büyük olasılıkla başarı grafiğiniz düşecektir. Yine unutmayınız, dinleyicilerin beğenileri, zevkleri, tercihleri günden güne değişiyor. Dinleyiciler arasında değişik yönelişler oluşturan etkileşimler son derecede yoğundur. Böyle bir ortamda her gün aynı yayın akışını yinelerseniz, aynı türleri denerseniz, sürekli değişen ortamda tek değişmeyen olursunuz ki, başarısızlığınıza zemin hazırlarsınız. Dinleyicinizi daha değişken, sürprizli, heyecan verici bir radyoya kaptırırsınız. Yayın plancıları sıcak saatleri, soğuk saatleri çok iyi saptamalı, öteki radyoların yayın akışlarını çok iyi izlemeli, hepsinden önemlisi ne olursa olsun dinleyici araştırmaları yapma alışkanlığını kazanmalı ve sürdürmelidir.
RADYODA SESLENME BİÇİMİ
Amerika Birleşik Devletleri’nde Arthur Godfrey adlı bir radyo sunucusu 1931 yılında trafik kazası geçirmiş ve bir kaç aydır hastahanede yatıyordu. Bol bol radyo dinliyor, yayınlara eleştirel açıdan akıyor ve doğruları yanlışları saptamaya çalışıyordu. O günün sunucularının bir kişiye değil, daha çok bir gruba seslendiğini saptadı. “Bayan ve bay radyo dinlecileri” diye başlıyorlardı. Konuşurken binlerce milyonlarca dinleyiciden oluşan bir kitle canlandırıyorlardı gözlerinde. Çok büyük bir toplantı salonunda halk önündeymiş gibi konuşuyorlardı. Konuşmaları net olsun diye sessiz harfleri abartıyorlardı. Herşeyi çok yüksek sesle ve değişen tonlamalarla söylüyorlardı. Kürsü konuşmacıları, politikacılar gibiydiler. Godfrey, radyoyu, bir kaç kişi bir arada dinlese bile, sunucunun dinleyicilerin her birine ayrı ayrı seslendiğinin farkına vardı. Dinleyicilere tek tek seslenmeye karar verdi. Aynı zamanda “ben” sözcüğünü de kullandı.
İşte bu saptama ve uygulama ile birlikte radyo, kendisini buldu. Çünkü radyo kişiseldi, radyo dinleyicisinin algılaması özneldi. Yani her kişinin kendisine özgüydü. Godfrey bir anda dinleyicilerin büyük çoğunluğunu kendi programına topladı ve onun bu saptamasının bu kadar kısa zamanda ne kadar büyük bir etki yaptığını görenler aynı tarzı benimsediler ve tekil seslenme, sen’li ben’li konuşma radyonun üslubu oldu.
O halde, radyodan dinleyiciye seslenirken, çoğul seslenirseniz, yani “sayın dinleyiciler”, “siz”, “sizler”, “oradakiler” gibi çoğul seslenme türleri kullanırsanız, radyonun doğasına aykırı hareket etmiş olursunuz. Radyoda seslenme biçiminiz tekil olmalıdır: “Sen” demelisiniz, Herhangi bir spiker ya da sunucu “sen” biçiminde seslendiğinde saygısızlık etmiş olacağını sanmamalıdır. Bunun saygı ile ilgisi yoktur, iletişim aracının doğasının getirdiği bir zorunluluktur.
Bir başka dikkat edilmesi gerekli nokta, “sayın dinleyiciler” seslenişidir. Düşününüz ki, seslendiğiniz dinleyiciler arasında, hırsız var, soyguncu var, terörist var, “sayın” tanımlamasını hak etmeyen bir çok kişi var. Sonra günlük yaşamınızda, “sayın”, “çok sayın”, “saygıdeğer” gibi seslenişleri ne kadar kullanıyoruz. Resmi bir yaklaşım yoksa, hiç kimse günlük yaşantısında böyle bir ağdalı dil kullanmıyor, doğrudan samimi sesleniş biçimini, birinci tekil şahıs seslenişini tercih ediyor. Radyodaki kötü alışkanlık çok eskiden gelmekle birlikte, yeni spiker ve sunucu kuşaklarında yerleşmesinin nedeni, TRT’nin eğitim projelerinde Almanların ağırlık taşımasıdır. Bir Alman radyosunu ya da televizyon kanalını dinleyin ve izleyin, “liebe zuhörer”, “liebe zuschauer” seslenişlerini neredeyse her cümlenin başında duyacaksınız. Televizyon için doğru olan bu çoğul sesleniş, radyo için yanlıştır.
SONUÇ
Radyo günümüzde, artık mahalle ölçeğine kadar inmiş, son derecede hızlı bilgi iletimi sağlayan, her yere taşınabilen, her yerde dinleme olanağı veren, dikkatlerin odağı olmak iddiası bulunmayan, kıskanç olmayan son derecede etkili bir iletişim aracıdır. Bu yapıyı iyi irdeleyen, değerlendiren ve yukarıda kısaca özetlenen noktaları dikkate alan radyo istasyonları mutlaka başarıya ulaşacaklardır.
Mustafa K. GERÇEKER
TRT Yayın Denetleme Kurulu Üyesi
Yorumlar
Küfür, hakaret içeren; dil, din, ırk ayrımı yapan; yasalara aykırı ifade ve beyanda bulunan ve tamamı büyük harflerle yazılan yorumlar yayınlanmayacaktır. Neleri kabul ediyorum: ip adresimin kaydedileceğini, adli makamlarca istenmesi durumunda ip adresimin yetkililerle pa ylaşılacağını, yazılan yorumların sorumluluğunun tarafıma ait olduğunu, yazımın, yetkililerce, fikrim sorulmaksızın yayından kaldırılabileceğini bu siteye girdiğim andan itibaren kabul etmiş sayılırım.
slm ya ben istek parca istiyordum interneten nasil gönerebilirim ve hangi adresse .ben almanyadan nasil ulasabilirim star arti radyosuna
selam 05 mustafaya ben gezegeni harbiden kiniyorum cünkü bir insan cok seviliyorsa ve isini iyi yapiyorsa gezegen gibi insanlar o isini iyi yapan insanlara hep engel olmustur. yetkili olan herkesi. göreve cagiriyorum kralfm,de 05 mustafa geri gelsin. herkese saygilar krali bitirdi gezegen